30.000 Feet’te Nasıl Terk Edildim?

Bu blogun çok eski okuyucuları, yani 2010 öncesini bilenler, blogda işlenen konuların, genellikle yaşanan duyguların kendi çerçevemden dışarıya yansıması olduğunu bilirler. Sanırım, hatırlayan 3-5 kişi çıkacaktır. Bu yazı da biraz öyle oldu, eski günleri hatırlattı bana çünkü yaşanan bazı olaylar eskileri hatırlatıyor.

İnsan ne zaman çok kırılgan olur? En mutlu olduğu anda mı yoksa en umutlu olduğu anda mı?

Kimi senaristler en mutlu olduğu an dese de bence en umutlu an bunun cevabı. İnsan en umutlu olduğu anda kabullenemez kaybettiğini. Bulutların üzerinde saatte 900 km hızla bir hayattan başka bir hayata giderken, içinde taşıdığı umutların tek bir satırla yok olmasını kabullenemez.

En umutlu olduğu an nedir peki insanın? Kendine güveninin çok yüksek olması, hayatında olması gereken birçok şeyin yerinde olduğu gerçeği, görece olgun bir yaş, gelecekle ilgili net planlar… Belki daha birçok şey sıralanabilir bununla ilgili. Tüm bunların yanına güzel hayal kurabilme yeteneğini de ekleyebildiğinde, durdurulamaz bir zihne ve eylem gücüne sahip oluyorsun.

Peki terk edilmek nedir? Hayal kurma yeteneğine tokat atılması olabilir mi mesela ya da bulutların arasına saklanan boşlukların daha da büyümesi mi? Bu boşlukların ciğerini doldurup nefes almanı engellemesi de olabilir mi aynı zamanda?

Tüm bunları aynı anda yaşatabilecek kaç cümle olabilir ki ya da bu cümleleri kurmak için ne kadar farklı kelimeye ihtiyacın olabilir? Ne yaşamış ve ne yaşatmış olabilirsin?

Bunu duyduğunda hazmetmek için en doğru yer belki de umutların bulutların üstünde olduğu bir yer olmalı. 30.000 feet’te tek yapabileceğin şey kabullenmek olur çünkü. Umutların beyninin içinde saltanat kurmuşken, o yükseklikten düşsen de işe yaramaz.